29 Nisan 2012 Pazar

BAHAR YORGUNLUĞU VE MİGREN

Nihayet bahar geldi dedik ısınalım biraz dedik... Soğuk ver karlı geçen bir kış mevsiminden sonra hem doğanın hem bizlerin yenilenmesine destek olsun bahar dedik... Ama beraberinde getirdiği bahar yorgunluğu benim gibi migreni olanların kabusu oldu herhalde... Yaklaşık iki haftadır migren atakları beni tamamen yaşamdan soyutladı...


Hele birde emzirme döneminde olduğumdan dolayı fazla ilaç alternatifim de yok iş böyle olunca tam bir çile. Migreni olanlar gayet iyi bilir... Bir de üstüne Atahan paşa nın diş çıkarması ilave olunca değmeyin keyfimize... Neyse ki az kaldı güzel günler bizi bekliyor...

25 Nisan 2012 Çarşamba

ESKİ DOSTLAR

Son üç yıldır 23 Nisan benim için daha da anlam kazanıyor. Neden mi? Üniversite de ki ev arkadaşlarımla bir araya  gelme zamanı çünkü. 95-99 yıllarında bir arada geçen dört güzel sene acısıyla tatlısıyla...Eski dostlarla beraber olmak eski günleri yad edip kahkahalara boğulmak...Bu sene ki 23 Nisan da İstanbul da Tülaylar da toplandık. Biz Yalova dan  geldik Mehtaplarda  Karabük'ten geldi.Ama bu sene bir fark vardı bu geleneksel bir araya gelme organizasyonunda yeni bir konuk vardı tabi ki minik paşam Atahan....Bu Atahan la ilk uzun yol maceramız oldu:) Yalova-İstanbul aslında mesafe kısa ama trafikte takılmak yolu üç katına çıkartıyor.Yalova''yı sevme nedenlerimden birisi de bu trafik yok...Neyse Tülay'ın evini navigasyon harikasıyla bulmak çok kolay oldu:) Eve vardığımızda tabi ki tüm ilgi çocuklarda oldu....Miraç Abisi Atahan'ı hiç yalnız bırakmadı mesela...


Mehtap teyzemiz de kurtarıcımız oldu, genelde Atahan'ın yemek fasıllarında kendini yedirici olarak feda etti sağolsun...


İşte muhteşem üçlü Tülay,Mehtap ve ben...


Çamlıca' da  kahve keyfi yapalım dedik ama hava o kadar güzeldi ki hiç oturmak istemedik başladık Çamlıca tepesinde dolaşmaya her fırsatta da Tülay'ın eşi Deniz bizim fotoğraflarımızı çekiyordu...Tabi benim eşim ve Mehtap'ın eşi Hamit'te hangi objektife bakacağımızı şaşırıyorduk bazen :)




İşte bu da koptuğumuz anlardan birisi:) sürekli bir şamata halimiz vardı...



Pamuk helvasız olmaz tabi ki çocuklar hemen istedi biz büyüklerde onlardan özenip pembe pembe şekerleri yedik....




Miraç ve Deniz....Laleler ve çocuklar.....


Minik paşam baloncuklar yapmaya çalışırken...



Sarı laleler ve İlhan Şeşen'in şarkısı...



Aşkım ve ben...

Sonraki gün Polonezköy Country Clup 'a gittik. Tam bir doğa harikası...



Mangalımızı da yaktık etleride yedik...


Yaklaşık onüç yıldır görmediğim üniversiteden arkadaşlardan Alper eşi veAli de bir süpriz yapıp geldiler...


Tavuskuşu harikaydı beni büyüledi...



Bir an Hollanda'yı hatırlattı bana bu manzara...



Atahan'ı arkadaşlara bırakıp biz aşkımla çevrede dolaşıp fotoğraf kareleri yakalamaya başladık...





Temiz hava bizi çarptı gece hepimiz bitmiş vaziyetteydik...Çocuklar erkenden yattılar zaten bizde eski günlerin sohbetini yaptık...Eski dostlarla hayat çok güzel...Gelecek seneki 23 Nisan da görüşmek üzere sizleri seviyorum...

20 Nisan 2012 Cuma

KREMALI PATATES

Hayret bugün işten eve erken geldim 18:30 da evdeydim tarihi bir olay gibi:) Aman nazar değmesin...Kolları sıvayıp mutfağa dalış yaptım erken geldim ya ana yemeklerin yanına bir şeyler daha eklemek istedim.Aklıma kremalı patates geldi. Tarifi çok kolay lezzeti harika...

Malzemeler:
----5-6 adet orta boy patates
----bir küçük kutu krema
----1.5 tatlı kaşığı tuz
----1 çay kaşığı karabiber
----arzunuza göre az ya da çok kaşar peyniri rendesi
----2 yemek kaşığı tereyağı

Patatesleri soyup  iri küpler şeklinde doğrayıp suyun içinde kaynamaya bırakıyoruz.Patatesler tam haşlanmadan diri diri kalacak şekilde ocaktan alıp süzüyoruz.Oval bir borcam tepsiye yarı haşlanmış  patatesleri koyuyoruz içerisine tuz,karabiber,krema ve terayağını koyup karıştırıyoruz.Üzerine de rendelenmiş kaşar peyniriyle örtüyoruz.


180 dereceli fırında 35-40 dakika pişirmek yeterli oluyor.


Mis gibi de kokuyor ellerime sağlık...Eşim ve minik oğlum bu tadı çok seviyor.

17 Nisan 2012 Salı

BİZ ÇOCUKKEN...


Geçen  gün sevgili Gülse nin bir yazısını okudum o kadar güzel anlatmış ki biz çocukken i okudukça kendimi tekrar yaşadım eskilere gittim çokkk eskilere...Ama gerçekten bizim çocukluğumuz çok güzel geçti...Haydi okuyun bakalım Gülse nin yazısını neler anlatmış biz çocukken...


Hep söylüyorum, biz çocukken midemiz bulanınca ekmek yedirirlerdi, grip "Yatınca geçer"di, başın ağrıyorsa "Çocukların başı ağrımaz" denirdi, uykun kaçıyorsa "Oyuncaklarını düşün, güzel rüyalar görürsün" şeklinde konu halledilirdi!
Okuma yazmayı öğrenemiyorsan ya, "Tembel"din ya "Yavaştan, sağlam sağlam öğreniyor"dun! Hüzünlü bir çocuksan "Yazar olacak herhalde" derlerdi, yerinde duramıyorsan, etrafa saldırıyorsan bir tane çakarlardı, susup otururdun.
Kanaatimce pedagojinin zirve yaptığı yıllardı o yıllar.

Çünkü sonra sonra, koşup oynadıktan sonra öksüren çocuk 'astım başlangıcı', okuma yazmayı zor söküyorsa 'disleksik', hüzünlüyse 'depresif', aşırı hareketliyse 'hiperaktif' diye nitelendirilmeye başlandı ve o sinameki yetiştirilen tipsizler şimdi büyüdüler!

O kadar ilgi alaka sonrası ola ola ne oldular?
Emo!
Emo ne?
Hani beş-altı yıldır etrafta saçlarını gözlerinin tekini kapatacak şekilde öne öne tarayan, miskin görünüşlü, asık suratlı, beti benzi atmış, sıska, dar pantolonlu, converse'li, siyah ojeli ergenler var ya...

Taksim'de kaldırımlarda filan oturuyorlar.
Aha onlar Emo!
Emo kelimesinin emotional'dan (hissi) geldiği, bu yavruların pek bunalımlı pek güvensiz ve duygusal olduğu, topluma uyum sağlayamadıkları için böyle takıldıkları söyleniyor. Bizim zamanımızda punk vardı ya, onun gibi bir akım, ama bir halta yaramayanı!

HERKESİN KEYFİNİ KAÇIRDIM
Ay kıyamaam!
Zamanında, kendi ergen yıllarımda bu akım daha dünyada yokken 10 gün emo takılmışlığım vardır! Kafam neye bozuktu hatırlamıyorum ama o 10 gün, üstelik de yaz tatilinde, evin o köşesinden bu köşesine oflaya poflaya nemli gözlerle dolaştım.
Saçımı taramadım, denize gitmedim, sohbetlere katılmadım, tebessüm bile etmedim. Akşamları karabasan gibi yemek masasına çöküp herkesin keyfini kaçırdım. Bir akşamüstü, balkonda otururken annem "Ne bu surat her gün, senin derdin ne kızım aaa..." şeklinde pedagojik bir açılım yaptı.

"Sıkılıyorum... Hayat çok anlamsız" cevabımın üzerinden sanırım birkaç saniye geçmişti ki, acı ve can havliyle bir metre havaya sıçradım. Annem, her Türk annesinin uzmanı olduğu 'mıncırma' hamlesini oldukça sert ve uyarısız gerçekleştirmiş ti.

Mıncırma, malumunuz evlat artık poposuna terlikle vurulmayacak kadar büyüdüyse, ancak tekdir ile de uslanmıyor ve hakkı kötekse kullanılan, konu komşu, bitişik ev duyar ihtimaline karşı avaz avaz bağırmak yerine geçen bir terbiye şeklidir. Tercihen bel veya bacak bölgesinden bir alan seçilir, elle kavranır ve et, 180 derece çevrilir!Hemen ardından, daha acım ve şaşkınlığım hüküm sürerken, annem kısık sesle,yüzünü yüzüme yaklaştırarak
"Alırım ayağımın altına" diye başladı ve
"Karnın tok sırtın pek! Aklını başına topla! Sıkılıyorsanda git bakkala evin alışverişini yap, sonra da gel yemek kitabından bir kurabiye pişir, akşam misafir var, hadi yallah..." şeklinde bitirdi!

NE DERDİM KALDI NE DE TASAM

Malumunuz eti mıncırılan ergen olay yerinde fazla kalamaz, mıncırandan tırstığı için kendisine yalakalık yapar, arzu ettiği aktiviteleri gerçekleştirir.
Mıncıran mutlu, mıncırılansa artık efendi bir insandır! Aynen öyle oldu. Mıncırma sonrası ne derdim kaldı ne tasam! Emo'luğum o gün bitti, bu yaşa kadar da hep mutlu mesut, uyumlu, üretken biri olarak yaşadım. Şimdinin sokakta bira içen, gelen geçenden ihtiyacı var diye değil, hayat tarzı sandığı için para dilenen, dünyanın bütün derdi sırtındaymış gibi davranıp, bunalım takılıp bir işin ucundan tutmayan emo'larının başında, bizim zamanımızın anne babaları olacaktı ki. Ohoo...
Muma dönerdi hepsi! Bir kere her şeyden önce bütün o yüzü gözü saçla kaplı eşek herifler ibir eşek tıraşına götürürlerdi, kesin!
Ülkenin gençlerine bak.
Tarikat yurtlarında yetiştirilen çocuklar, polise atsın diye eline taş verilenler, bir de emo'lar!
Gelecekten çok umutluyum çok.

Gülse BİRSEL


15 Nisan 2012 Pazar

EMZİREN ANNELER VE ANNE ADAYLARI

Lohusalık döneminde  emziren annelerin canını  biraz yakan şeylerin başında meme başı çatlakları geliyor.Özellikle hamileliğin 38. haftasından itibaren anne adaylarının meme başı çatlak kremlerini kullanmaya başlaması gerekiyor.Gerçi ben bunu bilmeme rağmen başlamamıştım :)) Doğum için hastaneye giderken doğum çantamızda Garmastan Pomat  vardı.Doktorum ve yeni doğum yapmış olan arkadaşlarımda bu pomadı tavsiye etmişlerdi.Lohusalık döneminde 2 tüp bitirdim.
Ama en güzeli ayva çekirdeği ile yaptığım krem .
Çok kolay hazır kış ayındayken anne adayları  buzluğa ayva çekirdeklerini stoklayın.3-4 adet ayva çekirdeği az bir suyla cezvede  jölemsi kıvama gelene kadar kaynatılır.Ilık şekildeyken içine 2-3 damla zeytinyağı damlatın.Her emzirmeden sonra meme başlarına sürün,Her gün taze olarak yapın daha etkili oluyor.Ben uzunca bir süre kullandım,
Bu arada Bepanthen Merhem de çok iyi geliyor Garmastan  a göre çok çok ucuz ve etkili hem bebişlerin pişiklerine de  kullanabiliyorsunuz.
Paşam emsin diye çok mücadeleler verdim (çok sık mastitler oluşuyordu) yılmadım.Çok şükür 10.ayımızdayız hala anne sütüne devam ediyoruz...Gerçi bu aralar işe başladığım için minik paşam beni biraz da olsa protesto ediyor emme konusunda ama yinede devam...

10 Nisan 2012 Salı

PATCHWORK YATAK ÖRTÜMÜZ

Sevgili kuzenim Nihal ablam ve kızı Şeyma ellerinize sağlık çok güzel olmuş. Bursa da halk eğitim kurslarının müdavimlerinden oldular artık. Açılan bütün kurslara katılıyorlar imreniyorum onlara ne güzel... Ve bir tane de bana patchwork yatak örtüsü yapmışlar.. Üretme kabızı olmuş bir toplum olarak böyle güzel şeyler yapan insanlara bayılıyorum... Üç farklı kumaştan yapılmış ve her kumaş birleşim yerlerindeki dikişlerin üzerinde sıra sıra küçük inciler sıralanmış....



Gerçi resimlerde inciler zor seçiliyor...Örtünün kenarına da küçük bir gül motifi kondurulmuş...


Yatak örtülerim hep açık renk bir tanede koyu renk olsun istedim...Hep diyorum siyah gerçekten güzel renk diye....


Canlarım ellerinize sağlık   çok güzel olmuş maliyeti mi? incileri kumaşı  kapitonesi fermuarı vs seksen tl :)  Ben bu konularda dikiş nakış işlerinde marifetli birisi olmadığım diyorum ki hamarat bayanlar işte size örnek buyurun uygun fiyatla patchwork yatak örtünüzü kendiniz yapın. Ya da marifetli kuzenlerinize yaptırın :))

8 Nisan 2012 Pazar

ATAHAN'IN ODASI

Minik oğlumun odasının nasıl olacağını çok merak ediyordum hamileyken. İnternette bebek odası modelleri için girmediğim site kalmadı. Mobilyanın özellikle ahşap olmasını istiyordum. Yalova da zaten çok alternatif yoktu, Bursa'da gezdik dolaştık. Gezdiğimiz mağazaların büyük çoğunluğunun imalat yeri İnegöl'dü. Sonra eşimle atladık arabaya İnegöl'e gittik. Birkaç mağaza dolaştıktan sonra evet aradığımız ahşap  oda takımın bulmuştuk.http://www.cespir.net/ sahibi Erol Bey bizimle çok ilgilendi. Her detayı tek tek not aldı bir aksilik çıkmasın diye. Ellerine de sağlık gerçekten istediğimiz gibi oldu .Bu arada bir şey belirtmek istiyorum. İnegöl de ki mobilya mağazalarının web siteleri sizleri yanıltmasın fazla model koymuyorlar sayfalarına. Tasarımları çalınmasın diye. Uluslararası da çalıştıkları için çok titiz davranıyorlar. Her çeşit mobilya almadan önce yakın olanlar mutlaka İnegöl e gitmeli derim. Showroomları harika insan kendini kaybediyor.Ve modellerde gerçekten kendilerini aşmışlar...Birçok ünlü mobilya markalarının imalat yerleri orada...Neyse haydi Atahan Paşa nın odasını gezelim.



Gemici modeli çok hoşumuza gitmişti. Nevresim takımları,yatak örtüsü yatak başlığı da denizci modelli...Onları bulmak çok zor olmadı... 


Karyolasının önündeki komidinler yataktan ayrılıyor. Atahan büyüdüğünde tek kişilik karyola halini alacak. Geminin uç kısmı oyuncak dolabı. Gerçi büyüdüğünde odasını beğenmez araba modelli yada o zamanın gözde  çizgi film kahramanlarından oluşan modelli tercih edebilir :))



Oda takımının gardrobunun iç dizaynı çok güzel.İnegöl'den almanın en büyük avantajı dolabın iç raflarını istediniz gibi ayarlatabiliyorsunuz. Siz fikrinizi söylüyorsunuz onlar yapıyorlar...Hazır oda takımlarında böyle bir alternatif yok...Ne yi görüyorsan o nu alıyorsun üzerinde oyanama yapabilme şansın hemen hemen hiç yok. Bu arada dolap kapağındaki sallanan keçeden yapılmış küçük köpekçik sevgili arkadaşım Tuba'nın hediyesi,bize Bodrum'dan getirmiş sağolsun... 


Şifonyerimizde de küçük oynamalar yaptırdım. İlave raflar eklettirdim. 


Anneler gününde ben hamileydim bu da anne olmadan önce eşimin anneler günü hediyesi emzirme sandalyemiz...Sandalyemizi de aynı mağazadan aldık kumaşın ve ahşabının rengini kendimiz belirledik. 

Eh halımızda da deniz,balık,çapa olmadan olmazdı. Onu da bulduk tamamladık. Gerçi eşim bunda biraz mavisiyle sarısyla fenerbahçe rengi hakim dedi itiraz etti bir Galatasaraylı olarak ama benim çok hoşuma gitmişti:))


Beni en çok zorlayan şeylerin perdeler olacağını düşünmüştüm.Bir iki mağazaya baktım çapalı perde bulamadım.Sonunda onuda buldum.http://demiryurek.com.tr/tekstil/  in mağaza müdürü arkadaşım Derya sağolsun istediğim modeli hemen ayarladı dikti hazırladı.
Kapı süsümüz mü?


Eşimle her ay hamilelik için dr kontrolüne Bursa'ya gidiyorduk, bu kapı süsünü gördük beğendik aldık.2 ay sonrada oda  takımını aldık sonradan farkettik birbirlerini tamamladıklarını :))İşte benim minik Paşam Atahan'ın odası böyle...Odasını  gerçekten çok seviyor her girdiğinde sanki farlı bir kıta yı keşfetmiş edasıyla sevinç çığlıkları atıyor:))

3 Nisan 2012 Salı

BAŞKALARI KOCALARINI BENİM KADAR SEVMİYORSA BEN NE YAPAYIM

Hürriyet gazetesi yazarı Ayşe Arman'ın bir yazısını sizlerle paylaşmak istedim...Sevdiklerimizin kıymetini onları kaybetmeden bilelim hayat o kadar kısa ki...


 Ayşe ARMAN  aarman@hurriyet.com.tr 

Başkaları kocalarını benim kadar sevmiyorsa ben ne yapayım

http://preview.hurriyet.com.tr/preview/image.aspx?picid=16247303Beni böyle hikâyeler mahvediyor.

Gerçek hikâyeler.

Abartılmış, kondurulmuş bir şey yok.
Fazlası var, azı yok.
Özlem'le Cüneyt'in hikâyesi gibi.
İşte aşk bu.
Ötesi berisi yok.
Dünya güzeli bir kadın Özlem Cankurtaran. 
Bir cerrah, göğüs cerrahı ama şu an Acıbadem Maslak'ta sağlık danışmanı olarak çalışıyor.
Bana eski Hollywood yıldızlarını hatırlatıyor.
Çok duru ve berrak bir güzelliği var.
İnsan onun koltuk değneklerini görmüyor bile.
İşte bu kadın, Emin Cankurtaran'ın oğlu Cüneyt'e aşık oluyor.
Ama ne aşk!
Film gibi.
Önce Özlem Cankurtaran hastalanıyor ve Cüneyt, soyadına yakışır bir şekilde, amansız kemik hastalığına yakalan Özlem'i kurtarıyor, elinden tutup hayata çekiyor.
Ve bu cümlenin açılımı...
Bir yıl, bir sürü ameliyat ve sonsuz bir endişe...
Tam, tamam her şey bitti, bundan sonrası mutluluk derken...
Bu sefer de Cüneyt Cankurtaran'ın hayatı tehlikeye giriyor, sevdiği kadının kollarında kalbi duruyor...
Hikâyeyi okuyacaksınız zaten...
Beni en çok etkileyen, makineye bağlı yaşamak zorundaki bir erkekle, bir kadının yaşadığı aşk...
Birbirlerine bağlılıkları...
Birbirlerinden vazgeçemeyişleri...
Asla ve asla ellerini bırakmamaları...
Ve hâlâ aynı yatakta yatıyor olmaları...

Biz dünyanın en güzel çocukluğunu yaşadık

Nerede başlıyor hikâyeniz...
- Ünye'de. Deniz kenarında müthiş bir ev. Sonradan butik otel oldu. Annem, babam, Sıla ve ben. Sıla, benden bir yaş büyük ablam. Müthiş bir çocukluk. İddia ediyorum, ikimiz dünyanın en güzel çocukluğunu geçirdik.
Vayyy ne şahane!
- Öyle. Annem ve babam, aşkla sevdi bizi. En önemli bizdik. Bizim evin misafir tabağı, bardağı olmazdı. Kristaller, gümüşler bizim için vardı. Annem hep “En önemli misafirimiz sizsiniz!” derdi. Gümüşlerle biz yerdik. Çok ama çok sevildik.
Anne-baba neciydi?
- Babam filozof gibi bir adamdı, Karadeniz'in Cevat Şakir'i. Avukattı. Ve annem, onun tutkuyla bağlı olduğu genç, güzel karısı. Babam biz doğduktan sonra avukatlığa devam ediyor, ama öğleden sonra dört buçuk dedi mi, kapısında kuyruk bile olsa yazıhaneyi kapatıp eve koşuyor. Çünkü kızları her şeyden önce geliyor. Böyle de deli!
Ne yapardınız birlikte?
- Aklına ne gelirse. Balığa giderdik. Elma toplardık. Kitap okurduk. Ünye'deki o evde, klasiklerin hepsini yalayıp yuttuk. Babam mitoloji anlatırdı, Homeros anlatırdı, İlyada anlatırdı ya da Erasmus'un ‘Deliliğe Övgü'sünü. Masal gibi bir çocukluk. Hani bir yaş gelir, canavardan, ruhlardan, hayaletlerden korkmaya başlarsın ya, işte o zamanlarda, “Hadi kızlar battaniyelerinizi alın, bu gece dışarıda uyuyacağız” derdi. Korkudan onun bedenine sokulur, parmağımızla hayali canavarları gösterirdik. Ama sabaha karşı gün ağardığında, canavar ve hayalet zannettiğimiz karaltıların, aslında evin arkasındaki yamaç ya da sıradan bir ağaç olduğunu fark ederdik. Onun sayesinden her şeyin, kafamızda yarattığımız imgeler olduğunu öğrendik. Cesur ve kendine güvenli kızlar olmamızı sağladı.
Bir sürü kız çocuğu, babası tarafından onaylanmamış olmanın ezikliğiyle yaşar...
- Bizde öyle değil. Bugün kendimize güvenin temelinde onunla kurduğumuz ilişki yatıyor. Cezalandırmaya da inanmazdı. Özel hayata da saygı duyardı, erkek arkadaşlarımdan gelen mektuplar yazıhaneye gelirdi, asla açmaz, eve getirir bize verirdi. Sıla'nın günlüğüne bakmışsam kıyameti koparırdı, “Ablanın özel hayatına saygı duyacaksın!” diye.
Anneniz peki? Babanızla bu kadar yakınlığınızı kıskanmaz mıydı?
- Tam tersine, bu durumun mimari annem. Onun babasıyla ilişkisi çok talihsizmiş, o yüzden bir gün kızları olursa babalarıyla araları çok iyi olsun diye elinden geleni yapmak için kendine söz vermiş.
“Babam hangimizi daha çok seviyor?” diye iki kardeş aranızda rekabet yok muydu?
- Bu çok kolay soru. Bana sorsan beni, ona sorsan onu. Bazı akşamlar televizyon seyrederken, diyelim ki Sıla onun kolunun altında, tuvalete gitsin diye dua ederdim, gidince de hemen onun yerine süzülürdüm. İki kardeş babamıza bayılırdık.
Kaç sene böyle geçti?
- Üniversite yıllarına kadar. Sıla hukuğu kazandı, ben tıbbı. İstanbul'a geldik. Ama babamıza sevgimiz hiç bitmedi.
Ne güzelmiş! Belli ki çok özlemişsiniz onu...
- Evet. 73'üne geldiğinde, Ünye'deki o güzel ev, butik otele çevrilirken, hemen önünde bir araba çarptı ona, öldü. Bu kadar basit, bu kadar acımasız. Ve o güzel adam gitti hayatımızdan. Bu haberi aldığımızda Asmalımescit'teydik, o yüzden on yıldır bir daha oraya adımımızı atamadık. Bizi iki kardeşi, hayatta hiçbir şey yıkmadı. Ama bu, yaşadığımız en büyük trajediydi...

Eşiniz Cüneyt Cankurtaran'la nasıl tanıştınız?
- Cüneyt, teyzemle Sıla'nın can ciğer arkadaşıydı. Bayılıyorlar, yere göğe koyamıyorlar. İkide bir Cüneyt'i anlatıyorlar. Bana da iki kere evlenmiş boşanmış bir adam antipatik geliyordu. Merak bile etmiyordum. Bir gün, erkek arkadaşımla kavga ettim, o da benim gibi tıp öğrencisiydi, moralim acayip bozuktu, Sıla'yı aradım. Meğer o anda, muhteşem üçlü Sun Set'te yemekteymiş. Normalde işim olmaz ama o gün gittim.
Kaç yaşındasınız?
- 24. Sunset'e girince bir koridor vardır, Cüneyt kafasını çevirdi beni gördü, büyülenmiş gibi bana yürüdü, elimden tuttu masaya getirdi. Ondan sonrası kabus! Adam bütün gece, profesyonel zamparalar gibi sürekli yazıyor, tenimin güzelliği, gözlerimin bilmem nesi... Susmuyor, durmuyor... Yok efendim beni güneye yıldız yağmuruna götürecekmiş, yelkenli sever miymişim, yurtdışında nereye gitmek istermişim... Baygınlık geçiriyordum! Bir de çıkışta, spor arabasıyla eve bırakmak istemesin mi? “Ay daha neler!” dedim, “Hele bu arabayla asla!” Ne dese tersliyordum. Ertesi gün eve güller, çiçekler geldi. Sıla'yı ve teyzemi aradım, “Bu adam beni bir daha ararsa ikinizi de öldürürüm!” dedim.
Sonra?
http://preview.hurriyet.com.tr/preview/image.aspx?picid=16247304- Cüneyt bir savaşçı, kafasına koydu mu yandın, tövbe vazgeçiremezsin. Devam ediyor, telefonlar, hediyeler, görüşme talepleri... Hep tersliyorum. Erkek arkadaşımla ilişkimiz devam bu arada. Almanya'ya onunla tatile gideceğim, vize alamıyorum, karalar bağladım. Cüneyt Efendi devreye girmesin mi? “Seni şirketimde çalışıyor gösteririm, hemen alırsın” dedi. Dediklerinde haklı da çıkıyor. Aldı vizeyi. “Karşılığında ne yapacağım?” dedim. “Benimle yemeğe çık o kadar” dedi. Toplu halde gittik. Nasıl komplekssiz, nasıl tatlı, nasıl dalgacı, komik. Arıyor mesela, “Cüneyt Bey misafirim var gelemem” diyorum, “Onu da al gel” diyor, “Misafirim erkek arkadaşım” diyor, “E çok iyi, tanışmış olurum delikanlıyla” diyor. Küstah ama...
Baştan çıkarıcı...
- Aynen. Sonunda aklımı çeldi. Benden 19 yaş büyük bu adamla acayip bir aşk yaşamaya başladım. Çok etkileyici, çok karizmatik... Peki sonra ne oldu dersin? Bir sene sonra beni terk etti! “N'oldu?” dedim, “E durum değişti” dedi, “Nasıl yani?” dedi, “Senin peşinde koşmaya alıştım” dedi. Durumu anladım: Yelkenleri suya indirmiş, tamamen ona teslim olmuştum ve artık hiçbir cazip tarafım kalmamıştı. Sonra itiş kakışlı, birbirimizi yoran bir dönemimiz oldu. Ama aramızda hep elle tutulur bir aşk var, o hiç değişmiyor. Günün birinde, oturduk konuştuk, hayatımızda beyaz bir sayfa açmaya karar verdik. Tam her şey güllük gülistanlıkken hastalık patladı...
Ne hastalığı?
http://preview.hurriyet.com.tr/preview/image.aspx?picid=16247306- Belimde bir ağrı vardı. Tetkikler yapıldı, bir şey çıkmadı. Cüneyt de sürekli yanımda. “Bu kadının ağrı eşiği çok yüksek, ağrım var diyorsa gerçekten ağır bir şey yaşıyordur” diyor. Meğer nadir görülen bir kemik hastalığıymış. 5 yaşında geçirdiğim bir trafik kazasının etkisiyle post travmatik hücre bozukluğu. Süalp Tansan da arkadaşımız, ona danıştık. “Vakit kaybetmeyin, hemen atlayıp ABD'ye gidin” dedi. Tabii henüz, defalarca ameliyat olacağımı, bir yıl orada yaşamak zorunda kalacağımı bilmiyorum. Houston'da hastalığımın ne kadar ciddi olduğunu öğrendik. “Yaşama şansın yüzde 20” dediler.
Yüzde 80 ölecektiniz yani...
- Evet ve henüz 29 yaşındaydım. Ama yanımda sevdiğim adam var, onun bana aşkı o kadar güçlü ki, bize bir şey olmaz gibi geliyor. Oradaki doktorlara, “Bu hastalığa yakalanma şansım yüzde kaçtı?” dedim, “Milyonda bir” dediler, o zaman şöyle düşündüm: “Milyonda bire girdiysem, rahatlıkla yüzde 20'ye de girerim.” Aşk insanı iyimser yapıyor. Evet tehlikeli, riskli bir hastalığa yakalandım ama yanımda Cüneyt var. O her şeyi halleder. İnsan birkaç saatte ev tutup, içini döşeyebilir mi? O yaptı. Bu arada saçlarım dökülüyor, olsun, beni Miami'ye götürüyor, yolda yürürken Tiffany'e sokuyor, yüzük alıyor, dizlerinin üzerine çöküp evlenme teklif ediyor. Hem gülüyorum hem ağlıyorum. Bütün o felaketin içinde en büyük güzellikleri yaşıyorum.
Ailenizden kimse yok mu yanınızda?
- Olmaz mı? Sıla da devamlı yanımda. Annem babam da gelip gitti. Kuzenlerim de. Ama Cüneyt ve Sıla, kalıcı ikili. Sıla, temizlikle kafayı yedi.
Neden?
- Herhalde sinirsel. Bir de mikrop kapmamam gerekiyor ya, kan değerlerimi hep iyi tutmaya çalışıyor. “Potasyumunu düşürmeyeceğim!” deyip duruyor. Evin her odasına ayrı bir kova almış, bitmez tükenmez bir temizlik faaliyetinde. Hastalığım boyunca hiç uyumadı, ben uyurken de içeride banyonun fayanslarını ovuyordu. Yine de bu felaket tablosunda gezmeden duramıyoruz. Cüneyt bizi alıyor, devamlı bir yerlere götürüyor. “Hadi San Francisco'ya” diyor, yola koyuluyoruz. Hastane “N'apıyorsunuz!” diye kıyameti koparıyor. “Uçaktan iner inmez acile gideceksiniz nasıl olsa...” “Olsun” diyoruz ama seyahat etmekten vazgeçmiyoruz.
Ölüm korkusu...
- Yoktu. “Beni bırakmayacaksın değil mi?” dedi Cüneyt. “Bırakmayacağım” dedim. “Kazık çakacağım, gitmeyeceğim.” O da bana, “Ben de zaten gitmene izin vermem” dedi. Bir sürü ameliyat oldum, kalçama kadavra kemiği koydular, “Koşamazsın ama yürürsün” dediler. O kadar kolay olmadı, yürüyebilmek için koltuk değnekleri kullanmak zorunda kaldım. Ona da şükür. Ve sonra mucizevi bir şekilde iyileştim.
Ölüme bu kadar yaklaşmak, insanı birbirine daha mı çok bağlıyor?
- Elbette. Cüneyt'e bakarsan, dünyanın en güzel kadınıyım, saçlarım dökülse, koltuk değnekleriyle yürüyor olsam bile... Bana kendimi hep inanılmaz güzel hissettirdi. Ölüm tehlikesini kalbimin taa derinliklerinde hissettim, çok yaklaştım ama o var diye hayata tutundum.

BENİ SAKIN BIRAKMA!

Bu büyük aşk hikâyesi burada mı bitiyor...
- Hayır, burası tam ortası. İkinci yarıda, işler tam tersine dönüyor...
Nasıl yani?
http://preview.hurriyet.com.tr/preview/image.aspx?picid=16247305- Bir yıl önceydi. Evde Cüneyt'in boğazına bir şey takıldı kaldı. Öksürüyor gitmiyor, sırtına vuruyorum gitmiyor. Derken kızardı, dişleri kilitlendi. Kasıldı kaldı. Solunum kasları zayıfladı diye korktum. Panikle ambulans çağırdım. Bir anda nefes alamayacak duruma geldi, dişlerini gevşettim, ağzını açtım, ne gerekiyorsa yaptım. Nafile, kalbi durdu. Hemen kalp masajı yapmaya başladım. Bir taraftan da, “Bana söz verdin. Beni bırakamazsın. Sakın bırakma!” diye bağırıyordum. O anda nabız atmaya başladı. Ambulans geldi ama nabız yine gitti. “Döndüremiyoruz!” dediler, “Döndüreceksiniz!” dedim. “Hiçbirinizi sağ bırakmam, sakın durmayın!”
Sizde vazgeçmek yok...
- Hayır yok. Hastaneye geldik. Herkes tedirgin, çünkü durum haddinden fazla ciddi, “Yok” dedim, “Kimse bana bilimsel gerçekleri anlatmaya kalkmasın. Onları biliyorum zaten. Şu anda hayatımı onlar üzerine kurmuyorum. Bu adam yaşayacak. Gerisi beni ilgilendirmiyor!”
Ve yaşadı...
- Evet. Uzun süre komada kaldı. Dediler ki, “Hiçbir şey bekleme”. “Beklemiyorum” dedim, “Yeter ki nefes alsın!” “En kötü ne olur?” dedim, “Bakıma muhtaç mı kalır? Sadece nefes alıp verir, makineye mi bağlı yaşar? İster makineye bağlı olsun, ister olmasın, yeter ki yanımda olsun. Başka bir şey istemiyorum...”
İyi ama onun için de iyi mi acaba?
- Bu durumdaki hastalar için ne iyi, ne kötü bilmiyoruz. Tıbbın henüz açıklayamadığı şeyler var. O yüzden gitmesine izin veremem...
Ama ya o acı çekiyorsa, ruhu da ıstırap içindeyse...
http://preview.hurriyet.com.tr/preview/image.aspx?picid=16247307- Bakın ben de hastaydım, yaşama şansım yüzde 20'ydi, yüzde 80 gidiciydim yani, tıp öyle diyordu. Beni bıraktılar mı? Ben en sevdiğim varlığı nasıl bırakırım? Hayatta bırakmam! Zaten şu geldiğimiz noktada, haklı olduğum da ortaya çıktı. Üç ay hastanede kaldı. Şimdi evde. Aylar sonra gözünü açkı, şimdi çok daha iyi...
Siz işteyken kim bakıyor ona?
- İki hemşire var, 24 saat başındalar. Giderek daha da iyi oluyor...
Şu anda onu ayakta tutan sizsiniz. Roller tamamen değişti yani...
- Evet ama o, daha önce o bana baktı diye, ben de ona bakmak zorundayım gibi değerlendirmiyorum. O benim için hayatın anlamı, başka türlüsü mümkün değil. Onun aldığı her nefes bana bahşedilmiş bir mutluluk.
Ya bu süreç onun yoruyorsa, ya çok acı çekiyorsa?
- Bunu daha önce Cüneyt'le konuştuk, “Hiç hareket edemeyecek halde olsak bile, aynı yatakta birlikte nefes almak bize yeter...” Pes etmemeyi bunlar başımıza gelmeden kararlaştırmıştık zaten. Her gün iş dönüşü koşarak ona gidiyorum. Gün boyu olanları anlatıyorum, onunla sohbet ediyorum. Benim için değişen bir şey olmadı. O hâlâ sevgilim, kocam ve aynı yatağı paylaşıyoruz. 
Nasıl yani? Aynı odada mı kalıyorsunuz?
- Elbette. Orası yatak odamız, makinelere, borulara bağlı olmasının bir önemi yok. Yine onun koynuna giriyorum, onunla uyuyorum. Gülüyor. Yüzü değişiyor. Hissediyor. Biliyor. Hemşireler çok şaşırdı, “Böyle şey olmaz, hasta yakınları aynı odada kalamaz, hele aynı yatakta...” dediler. “Ne münasebet” dedim “Niye sevgilimden ayrılayım? Başka hasta yakınları böyle yapmıyorsa bana ne...” Kendimi niye sevdiğim adamdan mahrum edeyim?
Çocukları?
- Gelip gidiyorlar. Geçen gün torunu görünce ağladı...
Ama hâlâ konuşamıyor...
- Eminim onu da yapacak. Üstelik şimdi daha da yakışıklı! Cüneyt kollarımda öldü, tekrar yaşamaya başladı. Sıfır noktasından değil, eksiden buralara geldik...
Ya beynine oksijen gitmemişse...
- Negatif şeyleri düşünmüyorum. Göz teması kuruyor, söyleyen şeyleri anlıyor...
Acaba ölümle yüzleşemiyorsunuz da, olan biteni yok mu sayıyorsunuz?
- Yok öyle değil, aynı zamanda hekimim. Nöroloğuyla da çok sık konuşuyorum. O da bana hak veriyor. Benim kurgum değil yani bunlar.
Yani iyi olacağına inanıyorsunuz...
- İnançtan öte bir şey. İnancın içinde şüphe var. Ben onun iyi olacağını biliyorum...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...